Başlangıç > Köşe yazıları > 26 Aralık-2 0cak 2011 Köşe Yazıları

26 Aralık-2 0cak 2011 Köşe Yazıları

Eksen’ tartışmasında yeni aşama
Beril DEDEOĞLU

Nedense bazı toplumlarda, söylenenlerden çok söylenmeyenlere önem veriliyor. Türkiye’deki bazı toplum kesimlerinde de bu tür bir eğilimin gözlenmesi mümkün. Sözleri inandırıcı bulmama alışkanlığının tarihsel süreç içinde deneme-yanılma yöntemiyle kazanılmış olduğu ileri sürülebilir. Ancak günümüzün kısmen şeffaflaşmış ortamında siyasilerin kanaat, gizli plan ya da “kötü niyetlerini” saklı tutma gibi bir lüksleri fazla bulunmuyor. Bu gerçeklik karşısında sonradan zor durumda kalmayı göze alamayan kişiler de ne düşünüyorlarsa onu söylemeyi tercih ediyorlar ve aslında toplum da onlara oy veriyor.
Gerçekleştirilen politikaların ne anlama geldiğini anlatmaktan yorgun düşen, ancak yine de yaptığından çok niyetinin tartışılmasına engel olamayan kişilerden birisinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olduğu anlaşılıyor.

Bakanın yurt dışı gezilerinin kaçta kaçını “Batı”ya, kaçta kaçını “Doğu”ya yaptığı yolunda bir istatistik yayınlandı ve Batı’ya daha fazla gittiğini görünce derin bir nefes aldık; “hep batıya giden Türkiye”den uzaklaşılmadığına ikna olduk, eksenimizin kaymadığını dünya âleme gösterdik. Kimbilir belki Türkiye “Doğu”ya daha fazla açılsın diyenlerden oy beklediği varsayılan bakanın, aslında gizli niyetinin batıya yaklaşmak olduğu bile bu yolla ortaya çıkmıştır. ABD’de bu tür bir istatistik yayınlansa, halkın paniğe kapılması işten bile olmazdı zira oransal olarak ABD dışişleri bakanları en fazla Irak ve Afganistan’a gittiler, dolayısıyla ABD’nin eksen kayması yaşama ihtimali büyük.

Batı’ya daha fazla ziyaret gerçekleştirmiş olmanın bile bazı kuşkuları gidermeye yetmediği söylenmeli. Zira “batı”dan kastın ne olduğu tam bir açıklık kazanmıyor. Kıbrıs’ın güneyinin, Gürcistan ve İsrail’in batı, KKTC, Bosna Hersek ya da Makedonya’nın doğu sayılabileceği bir dünyada yaşıyoruz. Hal böyle karmaşık olunca, gerçekleştirilen ziyaret alanları ile işbirliği girişimlerinin nerelerde arttığına aynı anda bakmak ve işbirliği konularının içeriğine dikkat etmek daha anlamlı hale geliyor. Türkiye’nin yakın coğrafyasında siyasal istikrar sağlayıp ekonomik avantajlar yaratabilecek girişimlere öncelik verdiği son derece açık. Bu girişimlerini Japonya’dan Şili’ye uzanan geniş bir işbirliği ağıyla da destekleme gayretinde. Bu politikanın yüzyıllardır hemen her devlet tarafından uygulanmaya çalışıldığını, başarılı olanların da kalkınmış güçlü devletler haline geldiklerini söylemeye gerek bulunmuyor.

Türkiye, tarihsel olarak bu tür “çevre” politikalarına geç başladı, başlar başlamaz da Osmanlı’yı yeniden kuracağına ilişkin bir eleştiriye hedef oldu. Birleşik Krallık’ın Yeni Zelanda, İspanya’nın Fas ya da ABD’nin Meksika öncelikleri makul bulunabilirken, Türkiye’ninkinin bir tür yeni emperyalizm gibi değerlendirilmesi başka tür soruların sorulmasını gerektirebiliyor.

Türkiye’nin işbirliği aradığı bölgelerde olumsuz bir Türkiye algısı yaratma, toplumları korkutma gibi beklentilere sahip ülkeler ve kişiler olabilir. Osmanlı korkusunun sadece yakın komşularda değil Avrupalı toplumlarda da karşılık bulabileceği biliniyor. Dolayısıyla bir güvensizlik ortamının inşasına yarayacak imalar var bu ithamlarda. Davutoğlu ısrarla “ne münasebet” dese de, birçok kesim “gizli Osmanlıcılık”tan son derece emin ve bu olabilir mi diye sorma gereği bile duymuyor. Oysa Türkiye bu tür bir işe kalkışsa bile, konjonktür buna uygun değil üstelik geri tepmesi çok keskin olur. Ama belki de Osmanlıcılık iddiasının bunun gerçekleşme olasılığıyla değil hükümetin eğilimlerinin sorgulanmasıyla ilgisi vardır.
Star, 29-12-2010 14.07 (TSİ)

Sizce, Davutoğlu iyi bir tamirci mi?
Mehmet Ali Birand

Restorasyon bir eseri yeniden elden geçirmek, eskimiş, yıpranmış veya zamanla yok olmuş bölümlerini yeniden düzeltmek için kullanılır.
Bunu yapan kişiye de Restoratör adı verilir.
Türkçe adı veya buna en yakın Türkçe kelime ise, Tamirci’dir. Tam anlatmasa da, ben Restoratör’ü Tamirci diye çevirdim.
Davutoğlu’nu geçen cumartesi günü -dışarıdaki nefis bir havayı feda etme pahasına- tam 3.5 saat dinledikten sonra da, Dışişleri Bakanımızın misyonunun Restorasyon, kendinin de Restoratör yani Tamirci olduğuna karar verdim.
Davutoğlu Türk dış politikasının 4’üncü restorasyon dönemine girdiğini söyledi ve hedeflerini, yaklaşımını açıkladı. Doğrusunu söyleyeyim, eğer bir başka bakan, o güzelim hafta sonu gününde 3.5 saat bir otel salonuna sokkup neler yaptığını anlatmaya kalksa, herhalde aramızdan bazıları üstlerine mazot döküp yakmaya kalkabilirlerdi. Ancak ben hiç sıkılmadım. Ayrıca çok şey öğrendim.
Zaman zaman ters düşsek, Bakanın sert eleştirilerine muhatap olsam, kimi yaklaşımlarını benimsemesem dahi, hakkını vermemiz gerekir ki Davutoğlu, şimdiye kadar gelip geçmiş ve benim gördüğüm dışişleri bakanları arasında en farklısı, en derinliği olanı ve uygulamalarını tarihi ve felsefi bir geçmişe dayandıranıdır. Anektodlarla süslediği çok iyi bir anlatım yeteneğine sahip olduğu için de, konuşmaları ne kadar uzun olursa olsun, hem sıkmaz hem de bol bilgi verir.
Bizim için olduğu gibi, uluslararası ilişkiler dünyasında da Davutoğlu, hemen hemen herkesin dikkatini çeken ilk Dışişleri Bakanı oldu.
Gücünü, Başbakan Erdoğan’dan aldı. Aynı yere baktıkları için, lider adına hareket edebildi. Bu güçle, uzun zamandır dünyanın alıştığı politikaları izleyen, uysal Türkiye’yi değiştirdi.
Bu nedenle de, kimilerinin rahatını bozdu, kimilerini şaşırttı. Her şeye rağmen , farklı oldu.
Yaptığı (restorasyonun) veya tamirden kaynaklanan değişikliklerin sonuçlarını değerlendirebilmek için henüz vakit erken. Olumlu veya olumsuz diye bir yargıda bulunamayız. Bunu daha ilerde göreceğiz.
Peki , Davutoğlu ne yapmak istiyor?
Hedefi nedir ?

4’üncü restorasyon dönemi ne demek?
Davutoğlu, ülkenin içinde bulunduğu süreci, 4’üncü Restorasyon dönemi olarak adlandırdı.
Son derece de ilginç bir perspektif çizdi, tarih dersi verdi.
Türkiye’nin, bugüne kadar geçirdiği eski restorasyonlara dikkat çekti.
1- Osmanlıların en önemli restorasyonu Tanzimat döneminde yaşanmıştır. Genel politikalar yeniden gözden geçirilmiş ve yeni bir yaklaşım geliştirilmiştir.
2- Ardından Cumhuriyet dönemi gelmiştir. Batı ile yakınlaşma, batılı değerlerin öne alınması ve yepyeni bir laik çizginin başlaması. İslam ülkeleri, hatta Orta Doğu ülkeleriyle araya mesafe konulmuştur.
3- Türkiye’nin NATO’ya girişi, başka bir süreci başlatmıştır. Soğuk savaş ve çok partili döneme girilmesiyle birlikte, bu defa güvenlik ağırlıklı bir restorasyona geçilmiştir.
4- Ak Parti’nin iktidar olmasından itibaren de 4’üncü restorasyonagirilmiştir. 4’üncü restorasyonda neler değişiyor?
Davutoğlu’na göre, Avrupa Birliği ağırlıklı, yani Demokrasi (özürlüklerin arttığı ve İnsan Haklarının daha duyarlılık yarattığı) süreci. Bunların yanı sıra, dış politikaya yaklaşım da değişiyor.

Hedef: Görünürlüğü arttırmak ve düzen kurucu olmak
Davutoğlu, son yıllardaki yaklaşımını ve 2011’de nasıl bir politika izleyeceğini, yani attığı adımların gerekçesini, 4’üncü Restorasyon Dönemi’nin dış politikaya yansımasını da anlattı.
Doğru bir noktaya da dikkat çekti: Dünya değişirken, Türkiye değişmeden kalamaz.
Doğrusu da budur.
Bunun Yeni Osmanlıcılık olmadığının altını ısrarla çizdi. Doğrusu, Bakanın bu konudaki duyarlılığını ve Yeni Osmanlıcılık nitelemelerine karşı böylesine direnç göstermesini anlayamamıştım.
“Neden bu kadar tepkilisiniz?” diye sordum.
“Bu söylentileri yayarak, Orta Doğu ve Balkanlarda yakınlaşmaya çalıştığımız, oysa Osmanlı döneminden acı anıları olan ülkeleri, bakın Osmanlılılar geri dönüyor, diyerek korkutuyorlar. Ben bunun için tepki gösteriyorum.” yanıtını verdi.
Ben yine de, bu konuda Türkiye’nin bir kompleks duymasına gerek olmadığına inanıyorum.
Geçelim, Türk dış politikasının temel hedeflerine,
1- Dikkat çeken, etkin, görüşü dikkate alınan, yeni bir düzen ve zayıfın, haklının yanında duran, küresel eşitsizliklere direnen bir politika.
İran konusundaki yaklaşımını da, işte bu çerçevede görüyor. Nükleer silahsızlandırma inisiyatifini başlatmayı, en az gelişmiş ülkeler konferansı, Darfur’a yardım, Somali, Afganistan, Kongo toplantılarını örnek gösterdi.
2- Bölgede, Düzen Kuran Ülke olmak. Çevremize kayıtsız kalmamak, aksine bölgedeki ülkelerle birlikte, sorunları çözen ülke konumunda bulunmak.
Orta Doğu ile sıklaşan temaslarını, arabuluculuk çalışmalarını da bu hedefin altında saydı.
Şimdi bu listeye bakıp, şu ana kadar neyin doğru gittiğine, nerede sonuç alınamadığına bakacak olursak, birçok olumlu veya olumsuzlukla karşılaşabiliriz.
Evet, Türkiye farklılaşıyor.
Türkiye, kendinden söz ettiriyor.
Ekseni yerinde kalıyor, ancak yaklaşımı değişiyor.
Bütün bu restorasyona genel bir karne notu vermek için, daha önce de dediğim gibi, biraz daha beklemek gerekecek.

Posta, 28-12-2010 12.00 (TSİ)

Davutoğlu’nun değerlendirmelerine üstünde durulmayan tek konu
Mensur AKGÜN

Okumuşsunuzdur, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Cumartesi günü sınırlı sayıda gazeteci, yazar ve kanaat önderiyle Conrad Oteli’nde bir araya gelerek bir yıl sonu değerlendirmesi yaptı.

Davutoğlu, iç politika-dış politika bağlantısı ile başlayan, restorasyon dönemleri üstünden kavramsallaşan konuşmasında İsrail’den Ermenistan’a, Afrika’da açılan ve açılacak büyükelçiliklerden gelecek yıl Türkiye’de yapılacak konferanslara kadar pek çok konuyu ele aldı.

Katılımcılar da Bakan’a İran ile olan ilişkiler başta olmak üzere hemen her konuda sorular yöneltti. Kimileri kuşkularını, kimileri korkularını dillendirdi. Davutoğlu da her zamanki sabrıyla bizleri dinledi, uyguladığı siyaseti anlamlandırdı, eleştirilere yanıt verdi.

***

Üç buçuk saatten fazla süren toplantıda Türkiye’nin dış politikasını ilgilendiren hemen her şey konuşuldu. Ama sadece AB üyeliği üstünde durulmadı. Açılış konuşması sırasında müzakerelerin tıkanmasına ilişkin yapılan bir kaç tespiti saymazsanız, AB bizler için gündem dışı kaldı.

Kimse AB üyeliğinin geleceğini, müzakerelerin durmasının ne anlama geldiğini sormadı. Kıbrıs konusunda yapılan müzakerelerin detayları bile katılımcıların ilgisini çekmedi. Zaten Davutoğlu da bu konuların üstünde pek fazla durmadı.

Davutoğlu en çok dış geziyi Batı’ya, özellikle de AB’ye yaptığını söylerken bile üyelik sürecine değil eksen kayması tartışmasına atıfta bulunuyordu. Katılımcılar da AB’ye üye olamamaktan ziyade eksenin kaymasından endişelenmekteydi. Belli ki 2010 yılı sona ererken AB üyeliği Türkiye’nin gündeminden çıkmıştı.
***

Bunda Sarkozy-Merkel ikilisinin, ırkçılığın, ayrımcılığın, Huntingtonvari kültürel bölücülüğün, başta Yunanistan olmak üzere AB üyesi ülkelerin karşı karşıya olduğu ekonomik krizin katkısının olduğuna şüphe yok.

Ama en büyük pay her türlü çözümü ve uzlaşma önerisini reddeden Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ait. Kendileriyle ne kadar iftihar etseler azdır. Türkiye’nin AB üyelik sürecini başarıyla tıkadılar. İlk kez bir dönem başkanlığı sırasında hiç bir başlığın açılmamasını sağladılar.

Böylece bindikleri dalı kestiler, ellerindeki en önemli diplomatik manivelayı 6 yıl içinde hoyratça harcadılar. Eğer adada devam eden müzakerelerden Ocak ayı so

nuna kadar bir sonuç çıkmayacak olursa, federal çözüme de veda etmek zorunda kalacağa benzerler.
***

Çünkü artık AB üyeliği Türkiye’nin gündeminde yok. Anayasa tartışmaları sırasında da olmadı, Kürt sorununun çözümü konuşulurken de yok. Türkiye, ‘Kopenhag Siyasi Kriterleri’ lafını unutalı epey oluyor. Konsey kararlarını, İlerleme Raporlarını önemsemiyoruz.

Kimse bize bundan sonra Kıbrıs sorununu çözmezseniz AB üyesi olamazsınız diyemez. Dese de denen laf Türkiye’nin anlam dünyasında yer bulmaz. Üstelik Türkiye’nin Ortadoğu’da, Orta Asya’da artan etkisi, Balkanlar’da ve Kafkaslar’daki düzen kurucu çabası AB-Türkiye denklemini şimdiden tersine çevirmiş durumda.

AB’nin ekonomik olarak da siyasi olarak da Türkiye’ye Türkiye’nin AB’ye olduğundan daha fazla ihtiyacı var. Afganistan’ın istikrarı için de, Ortadoğu’nun barışı için de Türkiye önemli bir ülke haline geldi.

Pakistan için bir Türk diplomatının BM Genel Sekre

ter Yardımcısı sıfatıyla özel temsilci atanması boşuna değil. Foreign Policy, Economist ve daha birçok dergi sayfalarını laf olsun diye Türkiye’ye ayırmıyor.
***

Türkiye, büyük ölçüde kendi siyasi tercihleri ama biraz da 1 Mart tezkeresi, Davos gerilimi gibi tarihi tesadüfler ve başka ülkelerin basiretsiz politikaları sayesinde dünyada sözü dinlenen bir devlet haline dönüştü.

Eğer Kürt sorununu demokrasi içinde eritmeyi başarırsa, kronik korkularından sıyrılıp soykırım cinsi problemleriyle daha farklı düzelmelerde başetmeyi öğrenirse, Azerbeycan’ı kırmadan ve Kafkas dengelerini bozmadan Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeyi becerirse, AB ‘sorunu’ iyice gündeminden düşecek.

Paradoksal bir şekilde de kalkınma hızı ve girişimcilerinin yeni pazarlar bulma becerisi sayesinde kültürel kimliğine rağmen, hatta biraz da o nedenle pek çok AB ülkesi için üyeliği arzu edilen bir aday haline dönüşecek. Kıbrıslı Rumlar da herhalde kaçırdıkları tarihi fırsata bakıp üzülecek.

Mutlu yıllar dileğimle…
Star, 29-12-2010 14.04 (TSİ)

2011 AB ile ya tamam ya devam yılı olacak
SELÇUK GÜLTAŞLI

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü üyelik müzakereleri kritik bir aşamaya gelmiş durumda. İlk kez bir dönem başkanlığı sırasında fasıl açılamadı. AB, ya tamam ya da devam deme noktasına oldukça yakın. 2011 yılı büyük ihtimalle, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ankara Antlaşması’nın imzalandığı 1963, üyelik başvurusu yaptığı 1987, adaylığa kabul edildiği 1999 ve müzakerelerin başladığı 2005 gibi tarihî dönüm noktalarından biri olarak kayıtlara geçecek.

46 yıllık inişli-çıkışlı bir sürecin ardından büyük ümitlerle başlanan Türkiye-Avrupa Birliği müzakereleri can çekişiyor. Müzakerelerin başladığı 3 Ekim 2005’ten bu yana ilk defa bir dönem başkanlığında hiçbir fasıl açılamadı. 35 fasıldan sadece 13’ünün açılabildiği, sadece birinin kapatıldığı üyelik müzakereleri Kıbrıs ihtilafına kısa vadede bir çözüm bulunamaması halinde durma noktasına gelecek. Ya da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifadesi ile Avrupa Birliği stratejik bir kararın eşiğinde iki yoldan birine gidecek: Kıbrıs yüzünden Türkiye ile müzakerelerin durmasına göz yumacak veya Rum Kesimi’ne baskı yaparak çözüme yanaşmasını temin edecek.

2011 yılı galip ihtimalle, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) müracaat ettiği 1959, Ankara Antlaşması’nın imzalandığı 1963, üyelik başvurusu yaptığı 1987, adaylığa kabul edildiği 1999 ve müzakerelerin başladığı 2005 gibi tarihi dönüm noktalarından biri olarak kayıtlara geçecek.

Kıbrıs müzakerelerinin gidişatı, Almanya-Fransa ikilisinin Türkiye tavrı, AB’nin derin ekonomik buhranı, Yaşlı Kıta’da hızla artan İslamofobik ırkçılık göz önüne alındığında 2011’in Türkiye-AB ilişkileri açısından ümit vaat ettiğini söylemek zor. Türkiye’nin lehine görünen mülahazalar ise dinamik ekonomisi ve bölgesinde istikrara yaptığı katkının her geçen gün artması.

Ada’da sorun çözülmeden Rum Kesimi’ni bütün adayı temsilen Birlik’e kabul edilmesinin büyük hata olduğunu neredeyse bütün Brüksel “halkı” kapalı kapılar ardında söylüyor. Az sayıdaki dürüst Avrupalı bu hatayı kameralar önünde ikrar etse de netice Rumların üye olduğu 1 Mayıs 2004’ten bu yana değişmedi. Rum Kesimi, üyeliğinin bütün avantajlarını gücü yettiği ölçüde Türkiye’nin üyeliğini engellemek ve müzakerelerde azami avantaj elde etmek için kullandı. Gelinen noktada, AB’nin söz verdiği Doğrudan Ticaret Tüzüğü “ölürken”, müzakere edilen 33 fasıldan 14’ü Kıbrıs yüzünden dondurulmuş durumda. Ayrıca açılan fasıllar da sorun çözülene kadar kapatılamıyor.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, her iki toplum liderini ocak sonunda Cenevre’ye somut tekliflerle gelme konusunda uyardı. “Kıbrıs sorununu çözmek için bu yaştan sonra cumhurbaşkanı oldum.” diyen AB’nin tek Komünist Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas’ın çözüm konusunda cesur adımlar atamaması, mülkler konusunda Rumların maksimalist talepleri ve AB’nin sonuna kadar arkalarında duracaklarına olan inançları müzakerelerdeki esnekliklerini olumsuz yönde etkiliyor. Kısa vadede bütün ümitler Ban Ki-moon’un “mahir diplomasisine” bağlanıyor. Ancak ABD’nin hâlâ Kıbrıs’a özel temsilci atamamışken, Fransa ve Almanya ikilisinde Türkiye’ye yönelik bir tavır değişikliği görülmezken, üstüne üstlük Rum Kesimi’nde Mayıs 2011’de Meclis, Türkiye’de de haziranda genel seçimler varken, Brüksel’de Kıbrıs sorununun aşılabileceğine dair konuşanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.

Almanya-Fransa ikilisi hâlâ şiddetle karşı

AB’nin iki lokomotif ülkesi Almanya-Fransa ikilisinin Türkiye karşıtlığında ise hiçbir hafifleme yok. Almanya Başbakanı Angela Merkel, kapalı kapılar ardında Türkiye konusunda aynen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi düşündüğünü, yani Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığını dillendiriyor. 2012’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı Fransa’da İslamofobik ırkçılığın yükseldiğini de hesaba kattığımızda, Merkel-Sarkozy ikilisi koltuklarını korudukça Türkiye sürecinin rahatlaması mümkün görünmüyor. Hele Sarkozy’nin 2012’de tekrar seçilmesi durumunda Kıbrıs sorunu çözülse bile Türkiye’nin önüne bu defa aşılması çok daha zor bir engel çıkacak.

2011’de Türkiye’nin üyelik sürecinin hızlanması ya da hızını koruması için iyimser analizler yapmak zorken, “Türkiye’siz olmaz” diyen önemli üyeler olduğunun altını çizmek gerekiyor. Üyeliği destekleyenler Türkiye’nin genç nüfusu, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerine yakın ekonomik kalkınma hızı, yeni dış politikası ile bölgesinde istikrar üreten bir ülke haline gelmesine işaret ediyor. İngiltere, İtalya, İsveç ve Finlandiya dışişleri bakanlarının 10 Aralık’ta New York Times’ta yayımlanan makalelerinde kullandıkları en cazip argümanlardan biri OECD’ye göre Türkiye’nin 2050’de Avrupa’nın en büyük ikinci ekonomisine sahip olacağıydı. Türkiye’nin ayrıca enerji, ticaret, güvenlik alanlarında “çok müstesna” bir konumda olduğuna işaret eden 4 dışişleri bakanı AB’ye “sözlerine sahip çık” diyordu.

Sürecin geleceği Kıbrıs düğümüne bağlı
Şu an itibarıyla müzakerelere açılabilecek fasıl sayısı üçe düştü: Rekabet, sosyal politika ve istihdam, kamu ihaleleri. Dönem başkanlığını 1 Ocak’ta devralacak Macaristan’ın bir iki ay içerisinde rekabet faslını müzakerelere açması bekleniyor. Ardından kamu ihaleleri ve sosyal politika-istihdam gibi son derece zorlu iki fasıl kalıyor. Kamu ihaleleri faslı bütün adayların en son açmak istedikleri yani üyelik tarihi ufukta görüldükten sonra müzakere ettikleri bir fasıl. Sosyal politika ve istihdam faslında ise Türkiye’de hem işverenlerin hem de sendikaların ciddi itirazları var. Bu iki faslın kısa vadede açılması pek mümkün görünmüyor. 2011’de Kıbrıs meselesinde adım atılmaması durumunda müzakerelerin durması mukadder görünüyor. Kıbrıs meselesinin çözümü de başta ABD olmak üzere Fransa ve Almanya gibi AB’nin ağır toplarının müdahil olmalarına bağlı. Ancak ağır topların hepsinin başka öncelikleri var. Fransa ve Almanya ise zaten Kıbrıs’ın arkasına saklanıyor.

Zaman, 30-12-2010 11.10 (TSİ)

Kategoriler:Köşe yazıları
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın